Sepetim (0) Toplam: 0,00TL

- İsmail Beşikci’den Abdullah Keskin’e mektup. Beşikci Avesta’nın kitaplarını değerlendiriyor

İsmail Beşikci’den Abdullah Keskin’e mektup

Beşikci Avesta’nın kitaplarını değerlendiriyor

(04 Nisan 2004)

 

Sevgili Abdullah,

Öncelikle selamlar, sevgiler,

Abdurrahim, Avesta’nın son aylarda yayımladığı kitapları getirdi. Cegerxwîn’in şiirlerinin 10 cilt halinde ve aslı gibi, yani Kürtçe olarak yayımlanması çok güzel. Kitaplar arasında, Ephrem-İsa Yousif’in, “Kadim Günlerin Cenneti Mezopotamya” kitabı çok dikkatimi ve ilgimi çekti. Bu kitabı hemen okudum. Bu kitapta, milli duygular, vatan duyguları, Asur değerlerine bağlılık dile getiriliyor. Bu konuda çok sıcak, içten, yumuşak, iddiasız duygu ve düşünce dolu anlatımlar var. Duyguların ve düşüncelerin yumuşak, içten bir şekilde açıklanması, Asur değerlerine bağlılığın, Asur dilinin, yazı ürünlerinin, Asur ülkesinin yıkımı karşısında duyulan hüznün sık sık dile getirilmesi beni çok etkiledi. Bu anlatımlarda saf bir yurtseverlik görüyorum. Aile, İsa Yousef’i okutabilmek için 300 yıl boyunca sakladığı el yazılı bir eseri satmak durumunda kalıyor. El yazılı esere karşı gösterilen ilgi (s.10) milli duygunun içeriği hakkında ipuçları verebiliyor. Kitabın sonunda İsa Yousif’in eğitimini tamamladığını ve köyü Sanate’ye döndüğünü görüyoruz. 1960’ların sonları. Baba 1956’da Musul çarşısında sattığı el yazılı eseri, sattığından çok daha yüksek bir fiyatla geri alıyor. Eseri tekrar alabilmek için, bulabilmek için çok yoğun bir çaba görülüyor. Bu eseri eğitimini tamamlamış oğluna hediye ediyor. (s.178) El yazılı esere tekrar sahip olmak kolay olmuyor. Çok büyük bir çaba gerektiriyor. Kanımca bu süreci de milli duygunun bir yansıması olarak algılayabiliriz. El yazmalı bir Asur eseri hakkında oluşan bilini tarih bilinci olarak değerlendirmek mümkündür. Bu el yazmalı eserin Asur diliyle yazıldığı çok açık.

Son yıllarda Kürtler de anılarını yazmaya başladılar. Kürtlerin anlatımları çok iddialı, çok büyük, çok sert. Fakat Kürtlerde milli duygu, Kürt diline, Kürt kültürüne bağlılık çok cılız. Vatan duygusu, vatan bilinciyse sıfır, hatta sıfırın bile altında. Kürtler çok illeri hedeflerden, o hedeflere varılacağından söz ediyor ama önündeki derin çukuru da görmezlikten geliyor, görmüyor. Hemen önündeki bu engeldir, “küçük” denen bu engelleri görmezlikten gelenler ise, ilk adımda boğulup kalıyor. Yazarın, Kürtlerle (s.87), Ezidilerle (s.151) ilgili duygularını ve düşüncelerini de izlemek mümkün. Bunu “kardeşlik duyguları” şeklinde anlamak mümkün. İsa Yousif’daki milli duygunun içeriğini, asırlar boyunca harap edilen Asur diline, Asur vatanına, Asur değerlerine bağlılık olarak anlıyorum. Örneğin, Kürtleri, Ezidileri dışlamak, onları görmezden gelmek, yok etmeye, asimile etmeye çalışmak bu milli duygunun içeriğinde yok.

Yazar, 1950’lere, 1960’lara ilişkin bazı anılarını dile getiriyor. Bu, yazarın çocukluk yılları, eğitimine başladığı yılar, eğitimin sürdürdüğü yıllar oluyor. Bu yıllarda, Kürtlerin Irak’ta Arap yönetimine karşı bir milli mücadele yürüttüğünü görüyoruz. Yazar bu sürece dokunmuyor. Veya şöyle bir söz edip geçiyor (s.111). Bu şüphesiz bir eksikliktir. Fakat duyguların ve düşüncelerin saf, yumuşak bir şekilde açıklanması kitaba dikkate değer bir özellik veriyor.

Kitabı, Mustafa Aslan arkadaşımız çevirmiş. Başarılı bir çeviri olduğu çok açık. Fakat bir konu benim çok dikkatimi çekti, beni çok hüzünlendirdi. Bu konuyu belirtmek istiyorum, değerli Abdullah. Kitabın Fransızca aslını görmedim. Kitapta büyük bir olasılıkla, “chanson” sözcüklerini, “türkü” diye çevirdiğini görüyoruz. (s.86, 88, 106) Mustafa’nın bu sözcüğü, neden, “şarkı” değil de “türkü” diye çevirmesi dikkate değer bir konudur. Bu konuda, pek çok eleştiri yazısı yazdım.  Kürtçedeki “klam”, “stran”, “dilok” sözcüklerini Türkçeye “türkü” sözcüğüyle çevirenlerin tutumlarını eleştirdim. Bu sözcüğün neden, “şarkı”, “ağıt”, “ezgi” diye değil de, “türkü” diye çevrilmesi konusunda birçok yazım oldu. Fakat Kürtler, Beşikçi’yi okuyamadıklarından, “türkü söylemek”e devam ediyorlar. Çok da mutlular… Bense, Kürtlerin beyinlerinin en küçük hücrelerine kadar asimile edildiğini, Türk siyasal kültürüyle doldurulduğunu düşünüyorum. Kürtlerin bu hegemonyadan kurtuluşu ne kadar zor, ne kadar zor. Mustafa arkadaşımız, yıllardır Paris’te yaşıyor, fakat “türkü söylemek”i unutmamış. Bu kanımca Kürt değerlerinden uzaklaşmanın, asimile olmanın ciddi bir göstergesidir. Klasik sömürgelerde sömürgecilik toprağı, doğal zenginlikleri hedef alır. Sömürge bile olmayan, sömürge bile olamayan Kürdistan’da, alt-sömürge Kürdistan’da, beyinsel sömürgecilik vardır. İlk önce beyinler boşaltılır. Boşaltılan beyinlere egemen ulusun değerleri zerk edilir. Böylece toprak ve doğal zenginlikler üzerindeki denetimin sonsuza kadar sürmesi hedeflenir. Sömürgelerdeyse, belirli bir dönem sonra, metropol ülkeden bağımsızlık alınması söz konusudur. Asya’daki, Afrika’daki, sömürgelerin çoğunda, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1960’lada, metropol ülkeyle sömürge ülke arasında yapılan anayasal görüşmelerde bağımsızlık kazanıldığı görülmektedir. Ortadoğu ülkelerindeyse bu süreç İkinci Dünya Savaşı’ndan da önce başlamıştır.

Bu konuya dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum sevgili Abdullah. “Klam”, “stran”, “dilok” gibi sözcüklerin neden “türkü” sözüyle değil de, “şarkı”, “ağıt”, “ezgi” gibi sözcükler kullanarak çevirmek gerekir. Çünkü “türkü”, Türke has demektir. Türk diliyle yazılmış bir şiiri, koşmayı, belirli bir müzik kalıbı içinde ifade ederseniz “türkü” olur. Bu bakımdan, örneğin Ermenice yazılmış bir şiir, Yunanca yazılmış bir şiir, bir melodiyle ifade edildiği zaman “türkü” olmaz. Örneğin, “Yunan türküsü” ibaresi kulağını tırmalıyor mu? “Yunan Halk Şarkıları” demek daha doğru değil mi?

Avesta’nın yayımladığı kitapları çok önemsiyorum değerli Abdullah. Kenet T. Timmermann’ın, “Ölüm Lobisi, Batı Irak’ı Nasıl Silahlandırdı?”, Middle East Watch’un, “Irak’ta Soykırım, Kürtlere Karşı Yürütülen Enfal Harekâtı” isimli raporları çok değerliydi. Kenan Markiya’nın, “Vahşet ve Sessizlik, Savaş, Diktatörlük, Başkaldırı ve Arap Dünyası”, Jonathan C. Randal’ın, “Bunca Bilgiden Sonra Ne Bağışlanması Kürdistan İzlenimlerim”, Margaret Kahn’ın “Cinlerin Çocukları”, Andrew Collins’in “Meleklerin Küllerinden, Günahkâr Bir Irkın Yasaklanmış Mirası” kitapları yine öyle. Yezidiler ve Zerdüşt dini ile ilgili kitaplar da değerli. Roger Lescot’nun “Yezidiler”, John S.Guest’in “Yezidilerin Tarihi” kitapları, Irach J.Taraporawala’nın “Zerdüşt Dini, Zerdüşt’ün Gathalara, Unutulan üç din, Mitraizm, Manihaizm, Mazdakizm” kitapları dikkate değer, önemli kitaplar. Fredrik Barth’ın “Kürdistan’da Toplumsal Örgütlenmenin İlkeleri”, kitabı yine, dikkate değer bir inceleme. Bu tür kitaplar, ancak, Kürt yayınevleri tarafından yayımlanabilir. Pêrî yayınları, Doz yayınları, Deng yayınları, Aram yayınları belki bu tür incelemelere, araştırmaları ilgi duyabilir. Bu arada, birkaç yayınevi daha saymak mümkündür. Öbür yayınevlerinin bu tür kitaplara ilgi duyacağını hiç sanmıyorum. Bilakis, bu kitapları Türk okurlarına duyurmaktan özenle kaçınmaktadırlar. Irak’taki Saddam Hüseyin rejimini korumak, bu rejimin ayakta kalmasını sağlamak, resmi ideolojinin önemli bir çabasıdır.

 

Avesta’nın benzer kitaplar yayımlamasında sistematik bir tutum izleniyor. 1920’lere, Güney Kürdistan’a ilişkin kitapların yayımlanmasını da çok değerli buluyorum. C. J. Edmons’un “Kürtler, Türkler, Araplar, 1919-1925”, Vladimir Minorsky’nin, “Musul Sorunu”, A. M. Hamilton’un, “Kürdistan’dan Geçen Yol”, T.F.Aristova’nın, 19. ve 20. Yüzyılın Birinci Yarısında Kürtlerin Maddi Kültürü, Geleneksel Kültür Birliği Sorunu”, Gottfried Müller”in “Nazilerin Kürdistan Seferi” gibi kitapları da değerli. 12 ve 13. yüzyılları anlatan, “Selahattin’in Mirası” kitabı için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Avesta’nın Yezidilerle, Zerdüşt diniyle ilgili kitaplarının değerini yukarıda belirtmiştim.

Üç kitap üzerinde özellikle durmak gerekiyor. “Ölüm Lobisi, Batı Irak’ı Nasıl Silahlandırdı?”, Middle East Watch’un, “Irak’ta Soykırım, Kürtlere Karşı yürütülen Enfal Askeri Harekâtı” raporlarını içeren kitap ve Kenan Markiya’nın, “Vahşet ve Sessizlik” kitapları. ABD’nin Irak’a müdahalesinden ve Saddam Hüseyin rejiminin çökertilmesinden sonra, gerek Türkiye’de gerek dünya basınında en çok duyulan sözlerden biri kitle imha silahlarıyla ilgiliydi. “Irak’ta kitle imha silahları bulunamadı”, “Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları yokmuş, ABD ve müttefiki İngiltere dünyayı kandırmış”… Irak’ta kitle imha silahları bulunmadığı söyleniyor. Kitle imha silahlarının bulunmamasına vurgu yapılıyor, fakat bu silahların örneğin 1988’de, bu silahların Kürtlere karış sistematik olarak kullanıldığına hiç değinilmiyor. Bu üç kitap, bu silahların, Kürtlere karşı nasıl sistematik bir şekilde, yaygın bir şekilde kullanıldığını etraflı olarak, belgelere dayalı olarak anlatmaktadır.

ABD’nin Irak’a müdahalesinden önce, gerek Türkiye’de, gerek dünyada, “Savaşa karşıyız”, “Savaşa hayır”,  “ABD’nin Irak Savaşına Hayır” kampanyaları vardı. Saddam Hüseyin’in Kürtlere karşı sürdürdüğü kirli savaş ise, bilmezlikten, görmezlikten geliniyordu. Bu kampanyalara çok büyük kalabalıklar katılıyordu. Toplantılara, gösterilere, mitinglere, yürüyüşlere Komünist Partiden şeriatçılara, liberallerden Kemalistlere, hortumculardan temiz toplum arayışından olanlara kadar herkes katılıyordu. Bu kampanya, dünyanın dört bir tarafında, Türkiye’de aylarca sürdü. Canlı kalkan olmak teşvik edilen bir konuydu. Canlı kalkanlar, Avrupa’dan, dünyanın dört bir yanından geliyor, İstanbul’da toplanıyor, Bağdat’a akıyordu… 16 Mart 2004 günü de, İstanbul’da, Ankara’da, Van’da, Diyarbakır’da vs. gösteriler vardı. Bu gösterilerde, 1988’deki Halepçe soykırımı protesto ediliyor, soykırım kurbanları anılıyordu. Polis bu gösterilere katılanlara çok yoğun şiddet uyguluyordu. Copluyor, tekmeliyor, yumruk atıyor, kadınları elbiselerinden kavrayıp sürüklüyordu. Polis, “Savaşa hayır”, “ABD’nin Irak savaşına hayır” kampanyaları sırasında gösterdiği hoşgörünün yüzde birini bile,  “Halepçe Soykırımını protesto etme ve soykırım kurbanlarını anma” toplantılarına göstermiyordu. Halepçe’yi anma ve protesto etme toplantılarına çok az kişinin katıldığı görülüyordu. Örneğin, Ankara’da, Yüksel Caddesi’nde yapılan anma toplantısına, 8-10 kişinin katıldığı görülüyordu. “Irak’ta savaşa hayır” kampanyasına, “Canlı kalkan” kampanyasına ve “Halepçe soykırımını anma ve protesto toplantısına polisin farklı farklı uygulamalar göstermesi, ilkini teşvik etmesi, hatta koruması, ikincisiniyse engellemesi, elbette, etraflı bir şekilde irdelenmesi gereken bir tutumdur. Kanan Makiya, “Vahşet ve Sessizlik” kitabında, Arap aydınları ve Arap yönetimleri bağlamında bu tutumu irdeliyor. “Irak’ta Soykırım, Kürtlere Karşı Yürütülen Enfal Askeri Harekâtı”, “Ölüm Lobisi, Batı Irak’ı Nasıl Silahlandırdı?” kitaplarında da devlet terörünün maddi temelleri konuluyor. Middle East Watch’un raporları, soykırım iddialarından söz etmiyor, Kürtlere karşı girişilen operasyonların soykırım olduğunu açık, ikirciksiz bir şekilde vurguluyor.

 Arap dünyasında, Türkiye’de, İran’da, vs. aydınlar, Saddam Hüseyin yönetiminin, Kürtlere karşı sistematik bir şekilde gerçekleştirdiği soykırımı genel olarak görmezlikten, duymazlıktan gelmişlerdir. Avrupalı, Amerikalı aydınlar, entelektüeller söz konusu edildiğinde, durum yine böyledir. Saddam Hüseyin yönetiminin Kürtlere karşı gerçekleştirdiği soykırımı eleştirmekten uzak durulduğu açık bir şekilde görülmektedir. Burada, “ulusal onur” vs. hiç söz konusu edilmemektedir. Ama bu yönetime karşı bir uluslararası müdahale, Irak’ın “ulusal onur”unun, Irak’ın egemenliğinin, bağımsızlığının çiğnenmesi olarak değerlendirilmektedir. Egemenlik ve bağımsızlık anlayışının, “ulusal onur” anlayışının, Kürtlere karşı soykırım dahi, her türlü operasyonu gerçekleştirme özgürlüğü olduğu şeklinde anlaşılması mümkündür. Irak’a karşı, Saddam Hüseyin yönetimine karşı bir saldırı olduğunda, uluslararası kamuoyu hemen tepki göstermektedir. Irak’ın Kürtlere karşı saldırısı, Saddam Hüseyin yönetiminin Kürtlere karşı soykırıma varan vahşeti ise, görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan gelinmektedir. Uluslararası düzenin Kürtlere karşı böyle bir anlamı ve içeriği vardır. Bunun güçlüden yana olan, güçlü olan kullanıyorsa kaba kuvveti de meşru gören bir düzen olduğu açıktır. Bu uygulamada hukukun evrensel ilkelerini aramak boşunadır. Vurgulamaya çalıştığım nokta, aydınların da, entelektüellerin de bu haksız düzeni meşru görmeleridir. Müslümanlar da, Kürterin, milli taleplerini yükselttiğini, bunu uluslararası ilişkilere yansıtmaya çalıştığı dönemlerde, durmadan “kardeşlikten, “Müslümanların Birliği”nden söz etmektedirler. Ama örneğin, Saddam Hüseyin yönetiminin Kürtlere karşı sistematik bir şekilde geliştirdiği baskı ve şiddeti, soykırımı görmezlikten, duymazlıktan geldikleri gibi, bu soykırımı, baskıyı ve devlet terörünü onayladıkları, teşvik ettikleri görülmektedir. Hâlbuki “aydın” olmanın, “entelektüel” olmanın temel koşulu kendi devletini eleştirmektir. Örneğin Noam Chomsky, kendi devletini, ABD’nin Üçüncü Dünya ülkelerine karış, ezilen halklara karşı politikasını eleştirmektedir.  Türkiye’deyse, “aydınlar” devletin Kürt politikasına karşı bir eleştiri getirmezler. Bu uygulamalara karşı hiç dikkat çekmeden, durmadan, Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mesud Barzani’yi, Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı Celal Talabani’yi, ABD’yi eleştirmektedirler, suçlamaktadırlar. Kürtler soykırıma maruz kalırken hiç sesleri çıkmıyor, ama ABD’nin Saddam Hüseyin rejimine müdahalesi sonucunda biraz nefes almışlar, o zaman da “Kürt ağaları”ndan”, “ABD uşaklığı”ndan dem vuruyorlar. Bunun, Kürtlere karış “iyi niyetli bir tutum” olduğunu söylemek mümkün değildir.

Değerli Abdullah, sana Avesta’nın bir kitabından daha söz etmek istiyorum. “Kürdistan’da Bir Gece”, Toprağın ve Ruhun Kitabı” Jean-Richard Blocah’un bu kitabı beni çok düşündürdü. Jean Richard Blocah, Karl May’ı hatırlatan bir yazar. Her ikisi de Kürdistan’a seyahat etmeden, Kürdistan’ı görmeden Kürtleri ve Kürdistan’ı anlatıyor. Karl May, 1840-1912, Jean Richard Bloch 1884-1947 yıları arasında yaşıyor. Fakat her iki yazar arasında, Kürdistan’ı algılama ve kavrama açısından çok büyük fark var. Karl May’ın Kürdistan anlatımları çok isabetli, çok değerli. Yurt kitap-Yayın Karl May’ın ilk 6 kitabını yayımladı. İlk kitap “Arap Çöllerinde” ikincisi, “Kürt Dağlarında”, üçüncüsü ise, “Bağdat’tan İstanbul’a” başlıklarını taşıyor. “Arap Çöllerinde” kitabının ikinci yarısından itibaren, “Kürt Dağlarından” kitabı baştan sona, “Bağdat’tan İstanbul’a” kitabının da ilk yarısında Kürtler ve Kürdistan anlatılıyor. Bu metinlerde, Kürdistan’ın coğrafyası, toplum yapısı, Yezidiler, Nesturiler, Osmanlı yönetimiyle ilgili çok zengin anlatılar var. Kürtlerin ne ekip ne biçtikleri, ne aldıkları, ne sattıkları, hastalıkları, hastaları nasıl tedavi ettikleri, Yezidilerle, Nesturilerle, Osmanlı yönetici sınıfıyla ilişkileri çok zengin olgulara dayanarak anlatıyor. Güney Kürdistan’da, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Kürt yaşantısı hakkında, çok zengin, çok değerli bilgiler, kanımca isabetli bilgiler ediniyoruz. “Kürdistan’da Bir Gece” kitabındaysa bu bilgiler yok. Jean-Richard Blocah’un anlatımları isabetli değil, Kürtleri ve Kürdistan’ı kavrayışı da isabetli değil. Hakkâri çevresini, Hakkâri aşiretini anlatmaya çalışıyor. Fakat ben bu kitaptan, Hakkâri’yle, Kürtlerle ilgili bir izlenim edinemedim. Bir cinayetin, bu cinayetle birlikte gelişen şehvet ve aşk ilişkilerinin Kürt yaşantısıyla yakından ilgili olduğu söylenebilir. Cinayet işleyen Saad’ın, bu arada Kürtlerin, “kurt” diye anılmaları kanımca doğrudur. (s.104, 108, 128 vd.) “Kurt” sözcüğünü “Kürt” sözcüğüyle değiştirmek acaba anlamı değiştirir mi? Ama “Anadolu kamçısı” (s.104), “Anadolu insanı” (s.161), “Türk halkı” (s.217). “Türk ırgatı” (s.217) tanımlarının doğru bir kavrayış olduğunu sanmıyorum. “Ey Anadolu gülleri” ibarelerinin de (s.125, 126, 128, 129) Kürdistan’ı, Kürt ilişkilerini, Kürt yaşantısını anlattığı kanısında değilim. Yazar, Jean-Richard Bloch, Kürtleri ve Kürdistan’ı algılamada, kavramada hiç isabetli değil. Yazar, cinayetle ilgili olarak yürütülen dava ile ilgili olarak, “paşanın göz yumması için ödenti” (s. 125)den söz ediyor. Bu ibarenin, Kürtlerle, Osmanlı yönetici sınıfı arasındaki ilişkiyi gösterdiği kanısındayım. Kanımca kitabın, yazarın dikkate değer yönlerinden biri budur.

Değerli Abdullah, Avesta’nın yayınları ile ilgili bazı düşüncelerimi ve duygularımı iletmeye çalıştım. Selam ve sevgilerimi yolluyorum, sağlık diliyorum, başarılar diliyorum.

 

İsmail Beşikci

Ankara, 4 Nisan 2004



Kapat
UA-179024399-1